Yaşanmamış olması gereken bir öykü

Önder Ç.

0
Yönetici
Cohiba purosunundan çektiği derin nefesi hızla dışarı doğru üfledi. Plazanın 12’inci katındaki odasından dışarı bakarken, esmer yüzü camdan dönen dumanların içinde kısa bir süre kaybolur gibi oldu. Tam 6 saat olmuştu başkanla konuşalı. “Hâlâ bir cevap yok. Neler oluyor?” diye düşündü.
Sabah aldığı telefondan sonra hiç bu kadar korkmamıştı. Hattın diğer ucundaki sesin, o, insanın vücut kimyasını bozan tonu ve söylediklerini hafızasında tekrarladı.
-Bana tam 100 milyon dolara mal oldun. Ya bu parayı getirirsin, ya da sen bilirsin.
“Sen bilirsin.”
Dağın kenarında bağırıp, yankılanan sesini dinler gibi beyninde büyüdü büyüdü.
-Sen bilirsin.
Borsadaki operasyonu yöneten arkadaşına okkalı bir küfür savurdu yeniden. Bilmeliydi. Evet, o kesin bilmeliydi. Speküle ettikleri kağıtların kime ne yapacağını, onun gibi bir uzman atlamamalıydı.
Mafyanın 100 milyon dolarına mal olmak... İçinin titrediğini hissetti yeniden. Masif gül ağacından yapılma çalışma masasına döndü. Deri koltuğuna oturmaktan son anda vazgeçti. Eğilip diafondan sekreterine seslendi.
- Bana bir duble daha viski ver.
Bir türlü oturamıyordu yerine. Şu başkan da nerede kalmıştı.
Böyle bir konuda en büyük rakibin başkanına ricacı olmak yeterince canını sıkıyordu ama ondan başka bu işi çözebilecek kimse de aklına gelmemişti. En azından şu anda sıkılacak bir canı vardı.
Mafyaya kaybettirdiği 20 milyon dolara karşılık kendisinden 100 istenmesine de kızıyordu aslında ama bu konuda pek de yapacağı bir şey yoktu.
Mesaj çok net gelmişti.
- Biz o parayla 100 kazanırdık. Sen de bize 100 vereceksin.
Sabah başkanla konuşurken, “Lütfen” dedi, “Bu işi 20’ye bitir. Ondan sonra dile benden ne dilersen.”
Karşı tarafın isteği de mafya kadar sendeletti onu. Ama ağzından “Tamam” çıkmıştı bir kere.
Gitti cep telefonunun çekip çekmediğini bir kere daha kontrol etti. Uzun zamandır “Ya arayıp da ulaşamıyorsa” psikozuna girmişti. Geçici bir tik gibi 5 dakikada bir cebini kontrol ediyordu.
Artık hava kararmak üzereydi. Camın yanına gidip tekrar dışarı baktı. Trafiğin akşam keşmekeşi yeni yeni başlıyordu.
Telefondan “groove” melodisinin tonu gelmeye başladığında yüreği yerinden çıkacakmış gibi oldu.
Arayan oydu. Ondan başkası olamazdı, çünkü bu hattı sırf bu iş için alalacele aldırmıştı ve bu numara da ondan başkasında yoktu.
Doğruca “Başkan” diye açtı telefonunu.
“Merhabalar” dedi karşısındaki ses.
Bu aksan oldum olası komiğine gitmişti ama şimdi gülecek hiç hali yoktu.
- Ne oldu? diye sordu.
“Tamam” dedi. “20’ye 20. Teslimatı 3 gün içinde yapacaksınız. Gerisi konuştuğumuz gibi. Bana verdiğin sözü unutma.”
“Tamam” dedi kısık bir sesle. Bütün gün hiç oturamadığı deri koltuğuna adeta çökerken. “Tamam anlaştığımız gibi.”
Telefonu kapattıktan sonra biraz evvel sekreterinin bıraktığı “Maccallan” dolu bardaktan iri bir yudum çekti. Rahatlamıştı ama şimdi başkana verdiği sözü nasıl tutacağını düşündü. Nasıl yapmalıydı da onca puan farkı kapanmalıydı. Aklında bu işi becerebilecek tek bir kişi vardı. Telefonu eline aldı ve numaraları çevirmeye başladı.....
***
Yukarıdaki hikayenin gerçekle alakası yoktur. Ya da olmaması gerekir.
 
Güzel bir hikaye de ben aktarayım üstad O. Henry´den. Muhtemelen bir çok arkadaş biliyordur zaten Son Yaprak´ı;

Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu. Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu... Geriye doğru sayıyordu; "Oniki" dedi, biraz sonra da "onbir"; arkasindan "on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardina "sekiz" ve "yedi". Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı. Dönüp arkadaışna "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde" altı" dedi. "Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı. Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi." "Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu." Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gidecegim." diyerek cevap verdi. Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu. Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu. "Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim." Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı. Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi. Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi. Ertesi gün doktor : "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.
 

Üst