Sitemizin Yayın Koordinatörü Sera Geyran, tarafsız kimliğini bir kenara bırakıp, geçen sezon boyunca ve bu sezon öncesinde Galatasaray’da yaşanan gelişmeleri, tüm detayları ile kaleme aldı. Galatasaray’da neler oluyor?‘Sahi, neler oluyor, kuzum? Bazı okuyucuların “Bu soruyu sormak için geç kalmadın mı?” dediğini duyar gibiyim. Diyebiliriz ki, benimkisi artık patlama noktası.
Geçenlerde oturup 2009 yılındaki EuroCup finalinin son çeyreğini izledim ve biraz da kupa törenini… Takımdaki oyuncuların gözlerindeki hırs, inanmışlık… Galatasaray’ın nesi var bilemiyorum ama uzun süredir bir hedefi yok. Neye oynadığımızı, ne için oynadığımızı açıkçası ben bilmiyorum. Zira “hedef bu” diyebileceğimiz bir çalışma yok ortada.
Bu sene küçülmeye gidiyoruz, eyvallah. Her sene muazzam başarılara imza atan bir takım değiliz ne yazık ki. Sene içinde alınan galibiyetleri ve yapılan çalışmaları küçük görmüyorum, yanlış anlaşılmasın. Ancak yolu katederken elde edilen başarılar, yolun sonuna her geldiğinizde karşılaştığınız şey “hüsran” olunca, önemini bir süre sonra yitirmeye başlıyor. Şimdi bize biri çıksın desin ki “Hedefimiz altyapımızı geliştirip, önce bu takımın sonra bu ülkenin geleceği olacak istikrarlı ve başarılı oyuncular yetiştirmek. Bu yüzden küçülüyoruz.” Biz de bu durumu anlayış ve heyecanla karşılayalım.
Anlayış, çünkü Galatasaraylılar kaybetmeye, hedef küçültmeye alışık bir taraftar topluluğu değildir. Ve heyecan, çünkü bu plan aslında toprağa tohum ekmektir. Oturalım, o tohum ağaç olana kadar her gelişimine şahit olalım. İnsanlar sadece A takımlarını değil, genç takımlarını da takibe alsın. Böyle bir geleneğin gelişmesine imza atalım. Seneler sonra uluslararası turnuvalarda Türkiye’nin oyuncuları, turnuvanın en iyi beşine seçildiğinde göğsümüzü kabartalım, “Bizden yetişti” diyelim. İnsanlar çocukları için bir spor okulu ararken “Galatasaray’a yazdır. Onlar çok ilgileniyorlar, önemsiyorlar bu işi” desinler, bu kulvarda da bir ekol olalı. Ama durum bu değil.
Hedef küçültmeden, bütçe küçültmek BÜYÜK saçmalık. Hedef (yersen) hala TKBL şampiyonluğu, EuroLeague derecesi ama takım…? Ann Wauters gitti, Sylvia Fowles gitti, Şebnem ve Şaziye gitti, Gülşah gidecek, Nevriye Yılmaz’ın belindeki sorun nükseder mi belli değil, Bahar Çağlar’ın mutsuz olduğu ve gitmek istediğine dair dedikodular var ve gelen? Kelsey Bone ve Esra Şencebe. Bu kadar. Bundan ibaret.
Sezon içinde uzun rotasyonundakilerden birine bir şey olsa, gene belli başlı oyuncular (bkz. şair burada Sancho Lyttle’ı ima ediyor) dilleri ağzından dışarı fırlarcasına oyunda kalacak. Haydi çok para isteyen oyuncuları gönderdik/gönderiyoruz da yeni gelenlere para değil sevgimizi mi vermeyi vaad ettik? Hayır.
Kimse yıldızlardan bir takım yaratalım demiyor. Zira denedik, o da olmadı. Şu çok açık: “patlama yaşaması beklenen oyuncu” alarak kumar oynuyoruz. Az çok takımı takip edenlerin en başından beri tek önerisi nokta atışı şeklinde eksiklerimizi tamamlamamız ve takımdaki isimlerde yavaş, yavaş bir istikrar yakalamamız. Bu “patlama yaşaması beklenen” oyuncuların patladığı yer elimiz olursa ne yapacağız peki? “Ooo paramız cebimizde kaldı. İyi, böyle devam” mı diyeceğiz? Galatasaray, o tasarruf edilecek paraya muhtaç bir kulüp değil. Galatasaray, bu tarz vizyonsuz söylemlerde bulunacak bir kulüp hiç değil.
Işıl, ölümlüler dünyasının bir bireyi olarak nasıl bir insandır, ne kolyesi takar, ne renk oje sürer; pek umrum değil açıkçası. Sivil yaşamına dair tek dileğim, bir daha saçını, biz simetri takıntılılarının gözlerini seğirtecek tarzda kestirmemesi. Öte yandan, o kız, üstünde Galatasaray formasıyla basketbol sahasına adım attığı andan, maçın son saniyesine kadar benim için Marvel’in süper kahramanlarından çok da farklı bir konumda değil. Hırsına inanıyorum, çabasını takdir ediyorum ve kaptanlık sorumluluğunun kendisine çok yakıştığını düşünüyorum. Şu son gelişmelerin sonucu olarak takımı bırakıp gideceği için korkuyorum. Alternatifi olmadığının gayet farkındayım çünkü. İnsanlar eleştirebilir; hatalarını gösterip, bunların üzerine eğilmesini salık verebilir. Ancak çıkıp “İşe yaramazın tekisin” tarzı yorumlarda bulunmak kimsenin haddi değil.
Bunu sadece Kaptan için söylemiyorum, gayret gösteren hiçbir oyuncuyu bu kadar basit bir şekilde harcayamazsınız. Ve fakat harcamaktan kendimizi alamıyoruz, değil mi? Suçlu arıyoruz çünkü. Ters giden bir şeyler olduğunu hepimiz seziyoruz ama parmağımızla gösterip “İşte bu!” diyemiyoruz. Nacizane çıkarımlarımdan “ters giden şey” hakkındaki varsayımım: Çarklar işlemiyor.
Bu bir ekip işi. Sadece oyuncuların değil, teknik ve idari kadronun da saat gibi işlemesi gerekiyor.Taner’in bir süre önce yazdığı bir karşılaştırma vardı. Işıl ve senelerdir herkesin “Keşke bize gelse” dediği Birsel Vardarlı’yı karşılaştırdı. Kağıt üzerinde -inanmazsınız ama- oyuna verdikleri istatistiksel katkı eşit. Paragrafın altındaki resimlere tıklayıp bakabilirsiniz. Peki ne oluyor da Birsel parlarken Işıl taraftarın günah keçisi olmaktan kurtulamıyor? İşte onu da aylar önce Mihriban Oğuz kelimelere döküp, twitter üzerinden takipçileriyle paylaşmıştı. Yazısını kısaca özetleyecek olursak: Birsel’in hep bir yedeği oldu, desteklendi ve dinlenebildi. Işıl ise bu takımda hep yalnız bırakıldı ve yıprandı. En basit örneğiyle, deplasmanlara giderken bizim takım kadar bütçeli ve bizim takım kadar aksilik yaşayan başka birilerini duydunuz mu? Saha dışında yaşanan bütün bu aksiliklerin oyuncuları ve teknik ekibi etkilememesi mümkün mü? Ekrem Hoca’nın bile fazla yalnız bırakıldığını bir tek ben hissetmiyorum diye düşünüyorum. Kendisinin farklı konuları danışabileceği, donanımlı kişiler olmalı çevresinde. ABD’ye kendisi oyuncu izleyip, seçmeye gitti; diğer iddialı takımlar çoktan transferlerini tamamladıktan sonra. Bütçe ayarlamaları yapılamamış çünkü; öyle duyduk en azından. Birilerinin scouting işini üstlenmesi, Ekrem Hoca’ya danışman olması gerekmez miydi? Gün 24 saat olduğu sürece kimse “her şey” olamaz.
Şu dinlenme konusuna da bir dokunalım. Kaptan’ın, sezon sonunda küme düşen Edremit Belediyespor maçlarında sırasıyla 23 ve 30 dakika süre aldığını biliyor muydunuz? Ya da ara transferleriyle son sıralardan kurtulan Beşiktaş ile oynanan ilk maçta 16 ve Lindsay Whalen’ın kulübe ihtar çekip, dikkate alınmadığı için sözleşmesini feshettikten sonra oynanan maçta 40 (yazı ile KIRK!) dakika süre aldığını? İlk maçta Özge Yavaş, Yasemen Saylar ve Ayşe Cora sırasıyla 20, 16 ve 15′şer dakikalık süre alırken -ki bunlar takımımızın “gençleri” dediğimiz oyuncular- ikinci maçta aldıkları süreler 0, 15 ve evet, tahmininiz doğru 0 dakika. Ayşe zaten maç kadrosunda yoktu. Burada Ekrem Hoca’yı eleştirmek değil amacım. Ben bir basketbol otoritesi değilim ve böyle bir şeye teşebbüs ediyor olmam bile “yanlış” sıfatına verilebilecek en büyük örneklerden biri olur. Fakat, durumu anlamlandırma konusunda da son derece başarısız olmaktan kaçamıyorum. Ümit milli takımıyla Samsun’daki turnuvada sergilediği performans ile herkesin “Bravo Ayşe” diye söze başladığı oyuncudan sezon boyu nasıl katkı alamayız? Sezon başında transfer ettiğimiz Özge Yavaş’a nasıl olur da süre veremeyiz? Alba Torrens’in İspanya milli takımındaki EuroBasket 2013 performansı ile bizim takımda süre bulamıyor olmasını ise gerçekten anlamıyorum. O kadar mı oyun anlayışımıza ters? Madem sözleşmesi devam ediyor, madem takımda istikrarlı dış şut tehdidi oluşturacak isim yok, madem boyalı alana güvenle penetre eden oyunculara aşina değiliz, bu kıza şans vermeyi düşünmez miyiz? Gerçekten şunun merak ediyorum: Lindsey Harding’den daha kötü bir oyuncu mu Alba? Bütün bu yazdıklarımı düşününce şunu sormaktan kendimi alamıyorum: Genç ve kıyasla daha tecrübesiz oyuncularımıza duyduğumuz güven ve bunun sonucu olarak verdiğimiz süreler ortadayken; kadromuzu güçlendirmek adına “genç”, “başarıya aç” ve “patlama yaşaması beklenen” muhteşem kriter triosuna uygun oyunculara yönelmiş olmamız ne kadar mantıklı? Kelsey Bone’un parkede olması gereken dakikaların Nevriye, (dedikodular fos çıkar da takımda kalırsa) Bahar ve özellikle Sancho’ya bölündüğünü mü göreceğiz gelecek sezon?
Ek bilgi: Tasarrufa gideceğiz diye, geçtiğimiz sezon iç saha Adana Botaş maçı sonrası “Galatasaray’da kalmak istiyorum. Her zaman ilk tercihim bu takım. Fakat henüz teklif yapılmadı, bir şey konuşulmadı.” diyen Şaziye İvegin’e el sıkıştığımız fiyatın çok altında bir teklif yaptık. Kendisi belki bir yıldız oyuncu değil ancak aşikar ki Ekrem Hoca’nın güvendiği ve gayret gösteren bir basketbolcu. Muhtemel gelecek sezon başka bir takımın formasıyla izleyeceğiz kendisini. Begüm Dalgalar’ı istedik, bildiğim kadarıyla uzun süre de görüştük. Bu yazıyı yazarken henüz imza atılmamıştı ama çok büyük ihtimal onu da başka bir formayla izleyeceğiz. Esra Şencebe geldi ama takıma. Kendisi pek genç değil. Patlama yaşayacağına da şüphe ile yaklaşıyorum zira bunun için biraz geç kalmış durumda. Tek umudum başarıya aç olması. Üç kriterden birini karşılamış olacak o zaman. En azından yani.
Geçen sezondan beyin fırtınası yapmaya devam edeceğim; zira Ceyhun Hoca’nın gitmesi ile -doğal olarak- yeni bir sayfa açtı bu takım. Ekrem Hoca’nın güvenilir söylemleri, geçmişte yine Galatasaray kadın takımını taşıdığı nokta ve bilgi birikimi dışında, 2012-2013 sezonunda yaşanılan başarısızlıklar için (genel olarak) sorumlu tutulmaması 3 şeye bağlı:
- Takımı kendisi kurmadı. Zaten takımın başına, olması gerekenden daha geç geçebildi ve uzun süredir kadın basketbolunun içinde değildi.
- Şanssızlıkta resmen inanılmaz bir seri yakaladık. Bir türlü sakatlıklardan kurtulamıyoruz. Hatta bu durumu kanıksadık artık. Tepki olarak “Aa yine mi?” ya da “Aa o da mı?” der olduk.
- Planlarını üzerine yaptığı oyuncusunu idari hatalar yüzünden kaybetti.
Sanırım şu an, bu yazıyı okuyanlar hangi konuya değinmek üzere olduğumu çoktan anlamıştır. “İdari hatalar” cevabını verenler el kaldırabilir mi? Tebrikler! Büyük ödül sizin! Ödülünüz ise daha fazla sıkıntı çünkü yazımız henüz bitmedi.
Bir oyuncunun ödemesi yapılmıyor, oyuncu ihtar çekiyor -ki bilmiyorum yayınlandığı gazetede okudunuz mu ama o ihtar mektubu, gayet yalın bir dile sahip ve olabildiğine anlaşılır bir mektuptu-, bu ihtara kulak asılmıyor, oyuncu ülkeyi terkediyor, bu durum taraftara “dinlendiriliyor” diye aktarılıp yönetim kendine süre yaratmaya çalışıyor ve oyuncu geri dönmeyince çamur atma girişimleri başlıyor. Çamurun neden atıldığına dair ise henüz kimse mantıklı bir açıklama getiremedi. Whalen’ın dönmeyeceği kesinleşince resmi sitede bir açıklamayapıldı. Kimseye açıkça yöneltilmemiş olan bu yazı, aslında bariz bir şekilde Whalen için yazılmıştı. Kulüp, zedelenen itibarını kurtarmaya çabalıyordu. Son paragrafını aynen bu yazıya ekliyorum:
“Gösterdiğimiz bu özene rağmen böyle bir gecikmeyi, kulübü terketme bahanesi olarak kullanan bir sporcunun Galatasaraylılık ruhunu ne denli kavramış olduğu ortadadır. Bu tür oportünist bir anlayışın her müsabakada ‘tarih yazmak’ için mücadele veren Galatasaraylı sporcularımızın arasında da yeri yoktur.”
Daha önce değil İstanbul, Türkiye’de hiç yaşamamış olmasını ve Galatasaray’ı sadece EuroLeague karşılaşmalarında tecrübe etmiş olmasını geniş gönüllüğümüzden ötürü görmezden gelelim. Ama bir oyuncu nasıl olur da 6 ay gibi bir sürede Galatasaraylılık ruhunu kavrayamaz?! Nasıl olur da hayır duası için değil, para için basketbol oynar?!?! BU NASIL BİR KEPAZELİK!! Şaka bir yana, kimsenin, sezon ortasında takımı terkettiği için Whalen’a söz söyleme hakkı yok. Sözleşme ortada, ne kadar karşılandığı ortada. Üstelik biliyoruz ki Whalen sözleşmesinde geçen “2 ay ödeme alamazsa tek taraflı feshetme hakkına sahiptir” maddesine rağmen, ihtar çekmek için 2 ay daha bekledi. Ek olarak, Türkiye Kupası’nı kazanınca Ekrem Hoca’ya en önde koşanlardan biri kendisi. Hani Galatasaraylılığı benimseyememiş dediler ama… Peki sonra? Koordinatörümüz tarafından atılan “Kapıyı çarpıp gitme belki sonra dönmek istersin” temalı bir kısım tweet… 24 yaşındayım, bu ayın sonunda 25′ime gireceğim ve henüz kimseye bu tarz çocuksu bir sitemde bulunmadığımı iddia edebilirim. Durum ciddi ve verilen cevap ise tamamen hafif! Her mevkinin insanın omuzlarına yüklediği belli bir sorumluluk vardır. Galatasaray’da koordinatörlük titrine sahip biri için bu tarz bir hareket, üzgünüm ama çoğunluğun gözünde kendisinin “vasıfsız” olarak değerlendirilmemesi ihtimalini neredeyse imkansız kılar. Bazen insan bir işi bilmediğini ve yapamadığını dile getirip geri çekilmelidir. İlkan Karaman fiyaskosu, Lindsay Whalen olayı, hakem katliamına yapılamayan itirazlar… Liste yapmak istemiyorum. Yine de aklıma gelenlerden ziyade, aklımdan çıkmayanları yazmak istedim. Fakat benim yapmak istemediğim bu listeyi seve seve ve zorlanmadan devam ettirebilecek insanlar tanıyorum. -lar. Çoğul eki. Bu takım sanıldığı kadar sahipsiz değil çünkü.
Ek bilgi: Lindsay Whalen, olaydan 1 ay sonra bir siteye röportaj verdi ve Galatasaray kendisi için garip gazete haberleri çıkmasına bile engel olma inceliğini gösteremezken (bazıları bu haberlerin kulüp tarafından çıkarıldığını iddia etti. İnsan bir noktadan sonra kime inanacağına şaşırıyor), röportajı yapan adamın külübe karşı küstahça ve hatta kulübü aşağılayıcı sayılabilecek sorularına karşı aynı tavrı takınmayı redederek, Galatasaray hakkında tek kötü söz etmedi ve kendini haklı çıkarmaya çalışmadı. Ülkemizde çok sık görülmediği ve haliyle gözlemlenemediği için açıklama gereği duyuyorum: bu, aslında kendinen emin ve haklı insanların takındığı bir tutum olmakta. Galatasaray’ın aksine.
Her yerden duyduğum tek ses var: Şube zarara sebep oluyor. E peki ben mi zarara sokuyorum bu şubeyi? Saha içi kombineler satışa çıkıp elde patlatılmadı, formalar sezon içinde satışa sunuldu, çeşit çeşit basketbol ile ilgili ürünler satılıyor da biz mi almıyoruz? Bilakis, tribün kombinem olmasına rağmen, saha içinden bilet aldım. Kendime uygun beden bulamama rağmen orjinal ürünler almak her zaman ilk tercihim. Tabii, bir takımın, 3-5 formadan ya da biletten gelecek parayı kat kat aşan giderleri var. O zaman sponsor bulmak lazım. Aklın yolu bir. Peki bizim neden sponsorumuz yok? İnsanların çok da ilgi göstermediği ikinci lig takımları bile bu konuda adımlar atabilirken, biz neden bir arpa boyu yol katedemiyoruz? Avrupa’nın en iyi yerel liglerinden birine sahip olduğumuz söyleniyor. Galatasaray ise hem bu ligin en büyük favorilerinden, hem de Avrupa’nın en prestijli ligi olan EuroLeague’de boy gösteren daimi takımlardan biri. Açıkçası bu durum bende, yetkililerin yeteri kadar çaba harcamadığı izlenimini uyandırıyor. En azında yol masraflarını karşılamaya yetecek ya da o yükü azaltacak bir sponsorun bulunabileceği kanısındayım.
Sanırım biraz daha düşünsem, rahatça uzatabilirim bu yazıyı. İstemiyorum. Aklım dağılsın diye desteklemeye başladığım ama tutulduğum bu takım değersizleştiriliyor ve benim elimden gelen bir şey yok. Üzülüyorum ve kendimi yetersiz ve yorgun hissediyorum. Yetkili kişilerin, benim hissettiğim ezikliğin yarısını hissediyor olmasını dilerdim. Bu yazıyı yazdığım için bana sinirlenecek kişiler olacaktır. “Aramızda zaten konuşuyoruz. Kol kırılır yen içinde kalır” diye düşünebilirler. Onların yerinde olsam, belki ben de aynısını düşünürdüm. Ama, belki de artık ”sadece” aramızda konuşmamamız lazım. Çünkü benim bile rahatça fark ettiğim yanlışlara karşı önlem alınmıyor olmasını ve iş işten geçtikten sonra yapılan açıklamaları zekama hakaret olarak algılamaya engel olamıyorum. İstanbul’daki taraftarlar evinde oturadursun, bu takımın maçlarını izlemek için diğer illerden gelen insanlarla tanıştım. İpekçi’de aynı havayı soluyup, tanışamadıklarım da vardır elbet. Özverilerinden ötürü gözümde değerleri farklı hepsinin. Eğer bu yazı boyunca birilerini kırdıysam ya da kızdırdıysam affola. Amacım kesinlikle bu değildi. Ben sadece içimde büyüyenleri daha fazla içimde tutamadım. Sorularım vardı, mantıklı cevaplar bulmaktan aciz kaldım. O yüzden hepsini duyulabilme ihtimalini taşıdıkları bir yere aktarmak istedim. Belki biri gelir de tatmin edici cevaplar verir, kaygılanmakta haksız olduğumu gösterir diye. Sizi temin ederim ki bunun olmasını çok istiyorum.
Son olarak, yazıyı yazarken bir şey farkettim; Nevizade Geceleri’ni neden çok sevdiğimi. Meğer kendimi buluyormuşum o tezahuratta. Bu durumda yazıyı onunla bitirmemin uygunsuz olmayacağını düşünüyorum.
Boşuna çekilmedi bunca çile,
İçiyoruz gündüz gece.
Haykırdık duymadı ama hiç kimse,
Peşindeyiz her yerde.”